31 Mayıs 2017 Çarşamba

MUHTAÇLIK YANILGISI


İnsan ırkının dünyada var olma mücadelesi başladığından bu yana, insanın en büyük muhtaçlığı her zaman kendi ırkına olmuştur. ‘’ Bir elin nesi var, iki elin sesi var’’ sözünün geçerliliğinin kanıtlandığı gün, başladı aslında insan ırkının asıl tarihi. İnsan en temel ihtiyaçları olan barınmanın daha iyi olması için, karnının daha iyi doyması sebebiyle bir hayvanı avlamak için, o hayvanın daha iyi pişme taktiklerini bulmak için ya da bunların tüm türevleri için yanındaki diğer bir insana muhtaç olagelmişti. Dayanışma ne kadar iyi olsa, insan ırkı da o da derece gelişti ve ilkel toplumu hızla arkasında bıraktı. Arkasında bırakması yetmedi daha da dayanışmayı artırdı ve zaman geçtikçe en sonunda modern toplumu meydana getirdi. Modern topluma gelince peki insan ırkı ne yaptı? Modern dünyada amaçlarını ayrıştırmaya başladı, dayanışma gazına basmayı bıraktı ve ortak bindikleri arabayı geri vitese taktı. İlkel topluluklarının içerisinde belki de günümüzce cahil olarak adlandıracağımız insanların dahi yapmadığı en büyük cahilliğe, modern toplumundaki insan ırkı düştü. İnsan ırkının sonunu getirecek hatta devrim ya da iyileştirme reformlarının bile çözüm bulamayacağı kargaşaların çıkmasının nedeni ise, bu ayrışmalar olacaktır. Peki neydi modern insanı bu kadar ayrışmaya iten? 

Dünya üzerindeki bütün toplumların Durkheim’ın da belirttiği gibi maddi ve maddi olmayan olguları vardır. Maddi olguları, bürokrasi ya da hukuk gibi belli çerçeveler içerisindeki daha evrensel bir nevi daha somut olgulardır. Maddi olmayan olgular ise, gelenekler görenekler, töreler gibi daha bölgesel olgulardır. Durkheim her zaman bir toplum için maddi olmayan olguların, maddi olan olgulardan daha birleştirici güçte ve daha önemli olduğunu savunmuştur. Günümüzde ise  her zaman ‘’ Ahh o eski bayramlar, ahh o eski komşuluklar, aahh o eski yardımlaşmalar’’ gibi hayıflanmaları duyduktan sonra, asıl meselenin eski günler değil de eski kolektif bilinç olduğunu fark ederiz. Yani gerçekten de maddi olmayan öğelerin zamanla kan keybetmesinden dolayı, kolektif bilinç zayıflamış, insanlar arasında bireyselleşme artmış ve eski günlerden eser kalmamıştır. Durkheim'ın önem verdiği maddi olmayan olguların, kan kaybetmesinin nedeni ise, hepimiz önceliğinin ortadan kalkıp,  Rabbena hep bana anlayışının artmasıdır. Hep banacı olduktan sonra daha çok kazandıkça, kendi peynir gemimizi daha çok yürüttükçe başka bir insana olan muhtaçlığımızın azaldığını hissetme yanılgımızdır. İşte bugünkü anomikliğimizin temel nedeni de budur,  kendi peynir gemimizi yürüttükçe yanımızdaki insanlara olan muhtaçlığımızın azaldığı yanılgısı. İnsan ırkının birbirine muhtaç olma nedenleri sadece ekonomik temelli değildir. Maddi olmayan olgular, gelenek göreneklerimiz ekonomik temelli değildir. Modernleştikçe, muhtaçlık algısı sadece ekonomiye bağlandı ve bu toplumları yerle yeksan edecek en büyük sebep olup, ayrışmalar başladı. Bir toplumu bir arada tutan tek bağ paraysa,  toplumdaki insanların birbirinden ayrışıp, dış mercilere değilde kendilerine kendi silahlarını doğrultması kaçınılmazdır.

14 Mayıs 2017 Pazar

TELAŞLI ABORTUS

Telaşlı çocuklardık, aceleci, koşuşturmaca içerisinde, cebimize koyduğumuzda birbirine karışan kulaklığımız gibi işlerimiz de birbirine sarmaş dolaş karışıyordu. E biz de işlerimizi birbirinden ayırıp düzene sokmaya çalışana kadar, hiçbir işimizi halledemiyorduk. Düzendeki tüm anomikliğin başında bu geliyordu aslında, telaş içinde, geceyle gündüzün arasında sarmaş dolaştık, karmakarışık, yüreklerimiz hep tetikteydi. Yapacak işlerimiz bir türlü bitmiyordu ve biz o kulaklığı bir türlü açıp rahat müzik dinleyemiyorduk…Çünkü tamamen bir abortusun içerisindeydik, içimizde büyüyen bir çocuk, durmadan geçen bir zaman olmasına rağmen, biz takmıyor, bakmıyor,  takılıyor ve kendimizi bir koşuşturmacının içine atıyorduk.
Koşuştırmacanın başını eğitim sistemi tutuyordu.İlk Müslüman Türk Devletleri’nin eğitim sistemine bakıldığında sınıf geçmek değil, ders geçmek varmış. Örneğin, günümüz derslerinin ismiyle verecek olursak, ilk matematik dersi verilirmiş. Daha sonra bu dersten sınav ve sözlü yapılırmış, öğrenci hem sınavda hem de sözlüde başarılı olursa diğer dersi almayı hak kazanırmış. Ancak şuanki döneme bakıldığında ilk hata, bir derste öğrenci çok iyi olup diğer derste kötü dahi olsa öğrenci ortalama ile sınıfı geçebiliyor. Geçmesi mi kötü olan? Tabi ki de hayır, geçmesi değil, öğrenmeden geçmesi kötü olan. İkinci hata, biz her şeyi bir an da öğrenmeye çalışıyoruz. Bilgisayara dahi birden fazla bilgiyi aniden yüklemeye çalıştığımızda takılıyor. Biz, bilgisayarın bile zorlandığı eylemi kendimizden bekliyoruz. E ne oluyor? Eskiden hazmedip, okuyup, öğrenmek varken; şuan da yalap şalap, yarım yamalak bilgilerle hayatımıza devam ediyoruz. Eskiden, o dönemin eğitimiyle birden fazla değerli bilim insanları ortaya çıkarken, bu dönemde sadece o bilim insanlarının isimlerini ezberleyen bir nesil ortaya çıkıyor. Çünkü biz de asıl olan öğrenmek değil, geçmek…Biz geçmeyi odağımıza aldığımız için müziğin sesini asla ama asla duyamıyoruz.
Bu dönemin sisteminde hangi ekonomik sınıfa mensup olduğunda önemli değil. Düzen kendi sistemini öyle güzel abortusluğa alıştırmış ki... Zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişsen, önceliğin hafta sonları yüzme kursu, hafta içi sabah okul, akşam özel ders ya da kurs, etüt daha sonra kitap okuma saati sonra cumburlop yatağa. Orta halli bir ailenin çocuğu olarak gelmişsen, harala gürele, hunharca  sadece ders ders ders çalışmak ve ders çalışmaya zorlanmak. Fakir bir ailenin çocuğu olarak gelmişsende, sabah okul, akşam iş. Kısacası bakıldığında bizim ülkede, bu sistemde kendi kendine hazmederek yaşanan hiçbir şey olmadığı için, hatta hiçbir şeyin ortası olmadığı için, sürekli ama sürekli bir koşu bandının üstünde yapmak zorunda olduklarına yetişme çabası olduğundan hiçbir şey düzgün ilerlemiyor. Ve biz yapmak zorunda olduklarımızdan, bir sonraki adımımızı asla ama asla düşünecek vakti bulmadığımızdan, hiçbir zaman o kulaklığı açıp, rahatça müziğimizi dinleyemiyoruz… 

1 Mayıs 2017 Pazartesi

ENDİŞELİ YABANCILAŞANLAR


Merhabalar Zat'ı Muhteremcim. Bugün ki anomikliğimiz, yabancılaşma. Günümüz modern toplumunda bir ailenin 24 saatlik zaman diliminden alıntı olacak şekilde, tek karelik bir poz aldığında aklına ilk gelen kare hangisi olurdu? Çoğunluğun aklına gelen kare, saat 20.30 sularında televizyon karşısında çay içmekte olan anne, baba ve çocuklar. Çocukların ellerinde telefon, annenin elinde tablet, babanın önünde bir adet laptop, televizyonda ise açık bir kanal. Gözünüzde canlandırdığınız kareyi birkaç dakika ileriye sardığınızı ve elektiriklerin kesildiğini varsayın. Elektirikler kesildiği an içinizde bir kalp sıkışması, eeee şimdi ailemiz ne yapacak edasıyla canlanan haykırışlar kulaklarınızda olacak… Peki ama neden ? Kendi ürettiğimiz aletlerin egemenliği altına girebilecek kadar, özgür irademizden yoksun olmamızın, hiroşima atom bombası saldırısından ne farkı var? Atom bombası toplumu ve insanlığı aniden katledecek bir bilimsel buluşken, telefon, televizyon ya da bilgisayar gibi kitle iletişim araçlarıysa günümüzde insanları yavaş yavaş katleden bilimsel buluşlar haline geldi. İkisi arasındaki fark ise, birisi öldürür diğeri süründürür cinsinden. İkisi arasındaki benzerlik ise insanoğlunun yapmış olduğu buluşu bir türlü kendi yararına kullanamamasıdır.
Atom bombası sonucunda birçok insan hayatını kaybetmişken, kitle iletişim araçları sonucunda ise insanlar benliğini kaybetmektedir veya benliğine bir türlü kavuşamamaktadır. Bu durumu gene bir örnekle açıklayacak olursak,  3 yaşlarında küçük bir bebeği düşünelim. Eskiden bebeğimiz oyuncaklarıyla oynuyordu, ailesiyle vakit geçiriyordu agucuklar bugucuklar havada uçuşuyordu,  Ağladığında meme veriliyordu. Günümüz de tabletlerden ya da akıllı telefonlardan yükselen bebek şarkıları, oyuncaklar tablet telefon halinde, bebeğimiz ağladığında eline tablet veriliyor, uyuyacağı zaman dahi elinde teknolojik bir alet. Bebeğimiz ailesiyle değil teknoloji ile avunuyor, ne kendisini ne de ailesini keşfedebiliyor. Büyüdükçe ise değişen oyuncakları değil tabletten izlediği videolar oluyor. Hiçbir zaman çamurdan oyuncak ya da kendi kendine oyun üretmiyor, hayal gücü yok, önüne serilen yapay filmler videolar. SEN DÜŞÜNME BEN SENİN YERİNE DÜŞÜNDÜM! Edasıyla çocuğun önüne serilen çizgi filmleri. Artık komşunun çocuğu değil pepe oyun arkadaşın. Böyle yetişen bir nesil bu uyarıcılar içerisinde kendisini nasıl tanısın, yeteneklerini nereden bilsin, her şey önümüze serilirken çocuklarımız nasıl kişiliğini geliştirsin. İstenen zaten o, geliştirmesin, kendisine yabancılaşsın, benliğini bilmesin.
Marx bu yabancılaşma kavramını, insanın kendi özünden, ürününden, doğal ve toplumsal çevresinden koparak onların egemenliği altına görmesi şeklinde tanımlanmaktadır. Günümüz toplumuna kuş bakışı, kroki, sağdan ya da soldan nereden bakıldığı önemli değil herkes yabancılaşmış. Bunun sonucunda ise karşımıza küçük bir sorun çıktığında ne yapmamız gerektiğini düşünmekten önce endişeleniyoruz. O kadar çok alışmışız ki çünkü bizim yerimize teknolojinin düşünmesine. Düşünmekten üşenir olmuşuz. Ne istediğimizi düşünmekten üşenir olmuşuz… 

3 Şubat 2017 Cuma

Artan Mutsuzluk Salgını





Zamanı geriye alacağız ve yaptığınız bir şeyi değiştirme şansı sunulacak size. Neyi değiştirmeyi isterdiniz Sayın Zat-ı Muhterem ? diye bir soru yöneltsem seçim bile yapamazsınız aslında. Aniden beyninizde düşünce fırtınaları uçar, gözünüzün önünden bir film şeridi gibi geçer hayatınız. Ardından  ‘’ Acaba hangisini seçsem ? ‘’ diye bir hayıflanma duyulur. Çünkü karar veremezsiniz. Karar verdiğinizi düşündüğünüz an, karar vermediğiniz seçenek daha cazip hale gelir. Ruhunuzda medcezirler oluşur, hangisi hangisi derken poof süre doldu. Yanıt; kocaman bir boşluk.
İşte sayın zat-ı muhteremim. Bugünki anomikliğimiz bu. Seçememe, seçim yapıldığı an da seçmediğiniz seçeneğin cazip hale gelmesi ve süregelen mutsuzluk, memnuniyetsizlik ve hayıflanma zinciri. Peki hiç düşündünüz mü '' keşke zamanı geri alsaydım '' diye?  Peki bunu neden istediniz ? Ya da neden bize böyle bir şans verildiğini düşündüğümüz an önümüze binbir seçenek seriliyor, ardı sıra gelen kararsızlık aşamaları yaşanıyor. Neden kimse değiştirmeyi seçmek yerine, değiştirmek istediklerinin aslında karakterini tamamlayan bir bütünün parçası olduğunu görmüyor! Seni sen yapan, karakterini dolduran senin hataların değil mi ? Anomikliğimiz işte tam da bu ; Geçmişinden Memnuniyetsiz İnsan Toplulukları.Her gün ama her gün bir şeylerin değişmesini istiyoruz. 
Durun ve etrafınıza bakın. Yapmamız gereken tek şey bu, direk gözünüze çarpar ya da kendimizi görürüz. Hatalarını yok saymak isteyen, geçmişiyle ya da yaptıklarıyla. Oğlum/ Kızım sen nasıl böyle bişey yaptın yok artıklar kısır döngüsünde boğulan insan sesleri yükseliyor. Küçük bir sorun yaşandığında depresyonda olduğunu haykıran, çikolata krizine girmiş, pesimist ergenler topluluğu, antidepresanın kullanımının kaç katına çıktığı bir dönemde yaşamıyor muyuz ? Toplumumuzda bu toplulukların sayısı günden güne kat ve kat artarken, nasıl olacakta yükselen bir devlet olmanın hayalinde dolaşıyoruz. Evet şimdi belkide diyorsunuz, yükselmemiz için insanların depresyondan mı çıkmaları lazım, ne alaka ! Evet, zat-ı muhterem gelecek kaygısının arşa çıktığı bir genç topluluğumuz varsa, her gün insanlar geçmişini kabul etmemek, unutmamak için ilaçlarla uyutuluyorsa, kendini bir türlü kabul etmeyen, hepsini geçtim, kendisini bu kadar sevmeyen insan varken etrafta, nasıl gelişmek için ayağa kalkalım. Neden sorunu hep başka yerlerde arar olduk, gelişebilmek için. Bir toplumun gelişmesini istiyorsak, bir toplumun olmuş mu iyi gidiyor mu diyebilmek için, bakılması gereken asıl nokta, avrupa birliğine girmekten önce toplumun üyeleri kendilerini gerçekleştirebilmiş mi , toplumun üyeleri gerçekten kişiliğinden memnun mu ya da toplumun üyeleri gerçekten mutlu mu ?
Kendini tanımayan , kendini sevmeyen , kendine yabancılaşmış insan topluluklarının dolaştığı evren ne kadar sağlıklı olur siz düşünün sayın zat-ı muhterem… Kendimizi başkalarının sevmesi için verdiğimiz eforu kendimizin kendimizi sevmesi için vermemiz dileğiyle :) Mutlu bir toplum oluşumunda görüşmek dileğiyle :) 

18 Ocak 2017 Çarşamba

TEKİL DAVRANIŞ PARODİSİ







Gün geçmiyor ki olduğumuz andan şikayet etmeyelim. Bu sıralar hayıflanmak moda haline gelmiş.  Etrafta hayıflanmayan insan bulmak zor. E tabi hayıflanmamak elde mi, şartlar ortada dediğinizi duyar gibiyim. Tabiki de hayıflanmamak elde mi, hayıflanalım aile meclisinde, dost meclisinde, oturduğumuz yerde. Hayıflanmak moda olmuş bu devirde. Ama dikkat edelim, hayıflandıkların her an duyulabilir…Yerin kulağı, senin mecburiyetlerin var.
Bugün ki anomikliğimize gelelim öyleyse zat-ı muhterem; tekil davranış parodisi. Tekil davranış parodisi, bireylerin kendi öz iradeleri olmasına rağmen, düzenli bir şekilde toplu olarak aynı davranışlarda bulunmasıdır. Toplu halde hayıflanmakta, oyunumuzun sadece bir parodisidir sayın muhterem. Peki neden parodi derseniz; parodi bilindiği üzere, ciddi bir oyunun bölümüdür. Biz de belli bir mercinin yazdığı bir oyunu toplu olarak oynadığımıza göre, tekil davranış parodisi isminin ‘’cuk’’ diye oturduğunu düşünmekte mukellefim.
Teknoloji çağını damarlarımıza kadar yaşadığımız bir evredeyiz. Düşüncelerimizi, dünyanın öteki ucundaki insana anında bildirebilir, iletişime geçebiliriz, istediğimiz bir kitaba ya da yayına istediğimiz an ulaşabiliriz. Evet, bu günümüzde kolaylıkla yapılan bir eylem. Çok mantıklı tabiî ki öyle olmalı. Fakat… Bu üç noktayı siz doldurun sayın muhterem sonuç olarak özgür bir ülkedeyiz, düşünceleriniz saygı çerçevemde gizlidir, sizi kısıtlamak ne haddime :) Özgür bir ülkedeyiz, herkesin düşünce özgürlüğü var;  bla bla bla, bunları bir kenara bırakma zamanı gelmedi mi ?  Özgürsün ’’evrensel kontrol mekanizması’’nın sınırları içerisinde özgürsün. Hayıflanıyorsun, çünkü düşüncelerini eyleme dökmekten korkuyorsun. Çünkü belirsizlik hat safhada. Kimsenin rengi belli değil. Patronun hangi düşüncedeki, ya yanında hayıflandıkların acaba hangi kontrol mekanizmasının düşüncelerinin ekseriyetinde. İşte anomiklik tam da burada. Bunları düşüneeee düşüneeee ya da bunları düşünmeyeee düşünmeyeee ‘’ Tekil Davranış Parodisi’’ içerisinde her gün yerimizi almış oynuyor duruyoruz.  Aslında her şeyin sebebi bu lanet ‘’ belirsizlik’’te gizli. Mecburuz insanların emrinde çalışmaya, mecburuz çünkü hangi mercide olursanız olun o mercinin kendine has bir hiyerarşisi var. Her mercinin astı üstü var. Ve sen en yukarıda olmadığın sürece, ‘’ kontrol mekanizmasının/ en üst mercinin’’ normlarına itaat etmek zorundasın.
Mantıklı geliyor değil mi ? Evet mantıklı çünkü hayatın kanunu bu. Bi düzen var ,geçmişten günümüze her zaman bu işleyiş böyle gelmiş gidiyor. Hayıflanırım, ama hayıflanırken korkarım, ya üst mercimin çıkarlarıyla ters bir şey yaparsam, ya duyulursa ya da bla bla bla… Bir çok türev ekleyebiliriz bu nedenlere. Peki düşüncelerine dahi ket vurduğun ortamda ne kadar özgürüm diyebilirsin ? Ya da bu düzeni kanıksadıysan, mantıklı olan, makul olan budur diyorsan, o zaman ‘’ Özgürlük, güçle doğru orantılıdır. ‘’ diyemez misin ? Öyleyse devam ‘’ tekil davranışların parodikmasını oynamaya’’. O kadar özgürüz ki hepimiz aynı oyunun içinde repliğimizin bize söylenmesini bekliyoruz. Hayıflanın deniyor, tek bir ağızdan kınamaya aaaa pardon hayıflanmaya başlıyoruz.Sonrasında ise devam evlilik programları izleyip, milleti stalklamaya...